yakın ışıkları!
Bedeli ödenmeyen hiçbir acı evlat edinilmez.
Tayfun Üzülmez
Üç gündür sandalyesinde tek kelime etmemişti. Sadece dinliyordu. Konuşmasını bilmiyordu belki de… Çünkü içinde bulunduğu grubun, verdiği kayıplarla baştan aşağı bir mahalle kurulurdu. İlk gün, Toprak, grubu bir arkadaşının mı tavsiye ettiğini sormuştu. Bir tek o gün sesi çıkmıştı:
“-Arkadaşım yok benim. İnternet üzerinden buldum sizi.”
Bir masa etrafında toplanmış beş insandılar. Vaveyla diyorlardı kendilerine. İnternette organize olmuşlardı. Grubu Toprak kurmuştu. Toprak bir yetmiş boylarında, saçları dalgalı, yüzünde bahar aydınlığı, içinde kovamadığı bin bir şeytanı olan psikoloji son sınıf öğrencisiydi. O kadar çok kendiyle konuşmuştu ki faydasını görememiş, susmuştu. Suskunluğunun da bir yararını göremeyince tekrar konuşmaya karar vermişti. Gözlerden ırak, içini dökebileceği nadasa bırakılmış bir kalbe veya kalplere ihtiyacı vardı. Bunun içinde aynı kokuyu duymayanlar lazımdı ona. Kokudan rahatsız olmayanlar. Çünkü acının kokusu öyle ağırdı ki kolay kolay kimse kaldıramazdı. Akbabalar lazımdı adeta ona. Burnu acıdan çıkmayan, acıyla ruhunu doyuran ve ona tutunanlar… O yüzden sosyal medyadan bir grup kurmaya karar vermişti:
Vaveyla! Hayat sizin de ağzınıza sıçtıysa gelin, boşaltın içinizi. Zira daha iyi bir çöplük bulamayacaksınız.
Grubun sayısı her geçen gün artmaya devam etmişti. Hele ki yaşanılan coğrafyada her üç kişiden birinin derdim var diye sayıkladığı düşünülünce… Aynı sayfada aynı satırda buluşmak yetmemeye başladı sonra, gerçek bir masa lazımdı gruptaki bazılarına. Buluşma fikrini ortaya attı Toprak. Atlayanlar oldu, korkanlar, kaçanlar… Sonunda gruptan üç kişi Cenk, Yağmur ve Sevim teyze buluşmayı kabul etti. İşte böyle kuruldu Vaveyla.
“- Serhat. Ne dersin, bir yerden başlamak ister misin, dedi Toprak.”
Kısa bir süre sessizlik oldu. Gerçekten bu çocuk nasıl konuşacağını bilmiyordu. Kelimelerle sanki hiç tanışmamıştı. Sanki kervan geçmez ot bitmez insanın Tanrıdan önce terk ettiği bir kasabada büyümüştü, o yüzden bildiği tek dili konuşturuyordu; sessizlik. İnsanı içine çeken ama bir o kadar da korkutan bir delik gibiydi. Derin bir nefes aldı Serhat sonra. Sanki sırtına vursak ağlayacaktı yeni doğmuş bir bebek gibi, yaşamaya yeniden başlayacaktı:
“- Ben Serhat. On sekiz yaşındayım. Hiç sevilmedim. Yalnızım. Sizin kadar. Sizden daha fazla. Bir ailem var aslında. Ama insanın yalnız kalmaması için bir aileden daha fazlasına ihtiyaç var. Konuştuğum zamanlar oldu. Kimse duymadı. Dinlemediler beni. Cümlelerim anlamını yitirdi sonra. Dedim ya yaşım on sekiz. Özgüvenim ölü doğdu benim. Bir kanser hastası gibi eksildim günlerden. Önce sesim kayboldu. Sonra görünmemeye başladı varlığım. Ya zifiri bir karanlık çağına girmiştik ya da herkes aynı anda kör oldu. Oysaki hakikat o kadar açıktı ki: İnsanlar bende sevecek bir şey bulamamışlardı. Kişisel yeteneklerim de olmayınca sulayacakları bir menfaat ağacı da olmamıştı. Yok say tuşuna basmışlardı, yok say ve ben zamanın görünmez yüzü olmuştum. Orospu çocukları!”
Serhat ilk kez duygu belirtisi gösteriyordu. Yıllardır içinde tuttuğu kızgınlığını dizginlemeyi bırakmıştı sonunda. Bu iyiye işaretti. Çünkü bu masa saklambaçtan kaçanların masasıydı. Hiç bulunamayanların, kaybolanların… Buradaki beş kişi bulunmadığı için oyun durmamıştı. Oyun hep devam etmişti. Şimdi Serhat’ın dışındaki dört kişi bulmuşlardı Serhat’ı. Sobe, Serhat!
Sonra devam etti anlatmaya:
“- Kendimi adam gibi hissettiğim tek yer apartman girişiydi. Çünkü girişteki sensörlü lamba ne zaman beni görse kendi dilinde selam veriyordu. Yakın ışıkları! Serhat geldi… Adamdan sayıldığım tek yerdi orası. Sırf bu duyguyu yaşamak için işim olmadığı halde kaç defa gir çık yapıyordum apartmana. Anlayacağınız Edison ampulü değil beni bulmuştu. Yakın ışıkları! Serhat bu!…
Serhat durdu. İlk kez başını yerden kaldırdı, etrafında olan insanlara göz gezdirdi. Sevim teyze ağlıyordu, ne de olsa anneydi ama herkes kendi çocuğunun annesi değil miydi? Dünyada her gün bilmediğimiz binlerce, haberlere ise konu olan en az bir çocuk ölüyordu. Dünyanın üçte birinin anne olduğunu düşünürsek annelerin de hayat kadar acımasız olduğu gerçekti. Aksi takdirde merhamet yangınından göz gözü görmemesi gerekirdi. Herkes bedel ödediğine düşkündü anne olsan da. Bedeli ödenmeyen hiçbir acı dünyadan alınıp sahiplenilmiyordu. O yüzden çocuklar ölmeye devam ediyor, ateş sadece düştüğü coğrafyada alevi sönmeye namzet bir kibrit çöpü oluyordu ancak. Yağmur’un başı yerdeydi. Zor tutuyordu kendini. İnsanların yanında ağlamaktan nefret ediyordu. Böyle durumlarda kapan susam kapandı gözleri. O da insan içinde ağlamamaya yeminliydi. Cenk bir kuyuydu. Anlaşılmazdı. Ağlaması ile gülmesi arasında fark var mıydı grup hala çözememişti. Yüzü adeta duvar gibiydi, simsiyah boyanmış bir duvar. Onun da aynası yoktu anlaşılan. Her şeyi içine çekiyordu ama dışına veremiyordu. Toprak ise Serhat’a nasıl yardımcı olunabilir onun derdindeydi. Psikoloji sınıfı son sınıf öğrencisiydi. Diploması olmayan bir psikologdu nihayetinde.
“- İşte, o apartman girişinden sonra beni gören ilk insanlarsınız. Bugün karanlık çağ bitti, ışık çağı başladı benim için. 28 Nisan 2020, Serhat Tekin, ilk insanlar tarafından keşfedildi.
Ben Serhat, on sekiz yaşındayım. Saklambaç bitti. Yaşasın görüngeç!”
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!